top of page

İhtilale Günler Kala… (2)

Güncelleme tarihi: 6 Eki 2023

Cahit’in cenazesinden sonra Adana’da sular durulmadı. Neredeyse 15 gün boyunca şehir geceleri hiç yatmamıştı özellikle de Doğansemt, Kiremithane, Yavuzlar mahallelerinde çatışmalar yoğundu. Ülke nereye gidiyordu herkes bu kaygıyı taşıyordu. İnsanlar neredeyse çıldırmıştı sanki, herkes bir taraftı. Adana’ya 1980’in Şubat ayı hiç yaramamıştı.

Cenazeden sonra Necla hala kendisine gelememişti ve İlhan ile hiç konuşmuyordu. Ev işlerinden vakit kaldığı zamanlarda kitap okuyordu, kafasını mutlaka bir şeyler ile meşgul etmeye çalışıyordu. İlhan’ın masasındaki notlar dikkatini çekmişti. Bazı notlar İngilizce, bazı notlar Fransızca alınmıştı; ‘ama ne alaka’ dedi içinden. Bir gazete kupürü dikkatini çekti. Ugur Mumcu’nun 11 Şubat günü yazdığı makalede "Daha önce de Ankara'da bir inzibat erimiz (Zekeriya Önge) şehit edildi... Bütün bunlar, terörizmin yeni bir aşamada olduğunu kanıtlayıcı örneklerdir. Bu saldırı ve cinayetler, devrimcilik, solculuk, ilericilik gibi etiketler altında yapılıyorsa, bunları en ağır biçimde kınamak ilerici basın olarak bizim görevimizdir. Yoksul bekçilere, inzibat erlerine, devlet polisine, jandarmasına kurşun sıkmak, alçakça işlenmiş cinayetlerdir hem de ayrıca bu tür eylemler, devrimciliğe, solculuğa, sosyalistliğe ihanettir. yazıyordu. Makaleyi okuduğu sırada dosyanın içinden bir fotoğraf yere düştü. Ercüment, İlhan ve tanımadığı iki kişi vardı fotoğrafta. İçinden “bu Ercüment İlhanımın başına iş açacak” diye geçirdi. İlhan’a ne zaman Ercüment konusunu açmaya çalışsa İlhan hemen ‘haksızlık yapıyorsun’ deyip konuyu kapatıyordu; lakin Necla’nın hislerinde yanıldığı bir gün olmamıştı o güne kadar.


İstanbulluydu Ercüment; orta boylu, beyaz tenli, elmacık kemikleri hafif çıkmış, saçlarının ön tarafları hafif dökülmüştü. Eğitim fakültesinde Tarih bölümü öğrencisiydi. Adana’da yurtta kalıyordu. Çok temkinli, pek konuşmayan ama yeri geldiğinde de fikirlerini açık ve net bir şekilde ifade eden, zengin bir ailenin çocuğuydu. Babası tüccardı; ama ailesi hakkında da bahsetmekten hoşlanmazdı. Yaz tatilleri dışında her zaman Adana’daydı. Bir tek yazın Adana’da olmazdı.


Necla, İlhan’ın notlarına bakarken kapı çalmıştı. İlhan’ın masasını toplamaya bile gerek görmedi. Kapıyı açmadan önce yan pencereden baktı, kapının önünde duran İlhan’dı. Kapıyı açar açmaz İlhan hızlı bir şekilde eve girdi. Canının çok sıkkın olduğu belliydi. Konuşmadan camın önündeki sedire yanlamasına oturdu. Elini yüzüne koydu, öylesine dışarı bakıyordu. Necla, bir an ne diyeceğini bilemedi, mutfağa giderek masada duran sürahiden bir bardak su alıp İlhan’a getirdi. Belki bu kez anlatır umuduyla “İç biraz, ferahlarsın” dedi. İlhan boş gözlerle Necla’ya baktıktan sonra, suyu bir dikişte içip yanında duran monttan gazeteyi çıkardı, Necla’ya verdi. Gazetenin “KATİL” manşetinin altında İlhan’ın resmi vardı. Beyninden vurulmuşa dönen Necla’nın, bir an başı döner gibi oldu, sedire İlhan’ın yardımıyla oturabildi. Çok şey sormak istiyordu ama ağzından sadece “Ne olacak şimdi?” sözleri döküldü. İlhan birden ayağa kalkarak “Hazırlan Necla, akşam çıkacağız evden. Artık burada kalamayız. Bundan sonraki hayatımız köşe kapmaca olacak ya yurtdışına çıkacağız ya da belirli bir süre farklı farklı yerlerde kalacağız.” Necla “Peki nerede kalacağız?” dedi. İlhan “Önce köye gideceğiz sular durulana kadar orada kalırız. Sonrası Allah kerimdir bir çıkış yolu bulacağız.” dedi.


Necla ile İlhan konuşurken Maraşlı Kemal’in büyük oğlu Ahmet kapıya hızlı hızlı vurmaya başladı. Bir yandan da “İlhan abi! İlhan abi!” diye telaşla bağırıyordu. İlhan, eve gelirken Ahmet’i tembihlemişti ‘Sokakta yabancı birini gördün mü hemen bana haber ver’ demişti. Ahmet soluk soluğa kalmış “İlhan abi yeşil parkalı üç kişi geldi, uzaktan izledim onları. Senin evin tarafına doğru baktılar sonra aradan diğer sokağa geçtiler.” diyerek hararetle anlatmaya başlayınca İlhan hemen Necla’ya hazırlanmasını çıkmaları gerektiğini söyledi. Necla ne yapacağını şaşırmıştı, eline geçen küçük bir bavula ne bulduysa aceleyle doldurdu.


İlhan, Ahmet’e “Kahveye git, Kozanlı Ahmet abin arabayı alsın gelsin. Benim istediğimi söyle, çabuk ol” diye bağırdı. Ahmet, emri alınca hızla kahveye doğru koşmaya başladı ki birden silah sesleri duyuldu. Ahmet olduğu yere mıh gibi çakılmıştı. Bir ara silah sesleri durur gibi oldu, ardından bir çığlık sesi duyuldu. Ahmet korku ile arkasına baktı elinde silah ile sokakta koşan İlhan’ı gördü. Az ilerisindeki bakkalın tabelasının hemen bir metre yanında yaralı yatan biri vardı. İlhan bir yandan havaya silah sıkıyor, bir yandan arkasına bakıyor, bir yandan da Necla’nın elinden sıkı sıkıya tutmuş koşuyorlardı. Necla’nın çığlığı sokağı inletmişti. Kimse pencereyi açamamış ama camın ardından sinmiş bir şekilde, ne oluyor diye sağa sola bakıyorlardı. Az sonra sokağın başında Kozanlı Ahmet görüldü. İlhan “Ahmet arabayı getir’ diye bağırdı. Ahmet beş dakika içerisinde arabayı İlhan’ın yanına çekti. İlhan hemen arabanın arka kapısını açıp Necla’yı bindirdi. Bir ara sokakta yerde yatan yeşil parkalı yaralıya baktı yerde kıvranıyordu. Birkaç saniye sonra o da başka bir arabaya atladı, hızla sokağın solundan köşeyi döndüler.


Anadol markalı bir araba bilinmeze doğru son hızla gidiyordu; ama o ilk şok anında arabanın nereye, hangi adrese gideceğini kimse bilmiyordu. Adana’da hava yeni yeni kararmaya başlamıştı. İlhan nereye gideceklerini düşünüyordu. Bu saatten sonra köye gidemezlerdi sıkıntı olurdu… Arkadaşlarının evi de olmazdı. Kimseyi tehlikeye atmak istemiyordu. Necla şoku hala üzerinden atamamıştı, korkulu gözlerle sağa sola bakıyordu. İlhan, bir ara Ahmet’e temkinli gitmesini söyledi. Yer yer arkaya dönüyordu, amacı Necla’ya bakmaktı. Tam önüne dönmüştü ki ileride polis çevirmesini gördü; bütün arabalar sıraya girmişti. Ahmet’e “sen arabayı sağa çek, biz inelim. Buradan sonrasını yürüyerek gideceğiz” dedi. Ahmet şaşkın gözlerle “nereye gideceksiniz?” der gibi baktı. Ahmet sakin olmaya çalışıp, arabayı yavaşça sağa çekti. Arabadan indikten sonra İlhan, Necla’ya koluna girmesini söyledi. “Normal bir akşammış, her şey yolundaymış gibi yürü. Polislerin yanından geçerken o tarafa bakma” dedi. İlhan nereye gideceklerine daha karar verememişti. Kalabalığın içine girmek hem iyi hem de sakıncalıydı ancak tenhada yürümek de tehlikeliydi. Nasıl olacaktı? Polislerin yanından geçtiler. Hiçbir şey olmamış gibi yürüyorlardı yeni evli çift, nereye gideceklerini bilmeden. Belediye binasının önünden Atatürk Caddesine doğru yürüyorlardı. Konuşmadan, sakin ama tedirgin adımlarla kalabalığın içine dalacaklardı. Nereye, kime gideceklerini bilmeden, yaşadıkları şehirde anlık da olsa gurbetin ne demek olduğunu anlamışlardı. Yapayalnız kalmışlardı koca dünyada. Sanki ikisinin ruh hali; bu koca dünyada bir Necla var bir de İlhan. Zorlu geçecek yılların belki de ilk adımlarıydı. Bu adımlardan çıkan sesler, onları bekleyen zor günleri haber veriyordu sanki. Suskundular; ama çevrelerindeki insanların, o soğuk kış günlerindeki tebessümlerine hayret ediyorlardı. “Biz neden böyle tebessüm edemiyorduk?” İlhan, iç dünyasında çoktan konuşmaya başlamış “Ben ölünce ülke mi kurtulacak, her şey refaha mı erecek? Eğer erecekse ben öleyim olsun bitsin bu iş” diyordu. Çarşıya yaklaşmışlardı. Atatürk Caddesi yine her zamanki gibi kalabalıktı, mağazaların neon lambaları ışıl ışıl rengârenkti. Sinema salonlarının önünde kuyruk vardı. İlhan’ın gözü bir ara Türkan Şoray ile Kadir İnanır’ın “Bodrum Hâkimi” filminin afişine takıldı. Sonra vazgeçti girmekten, sinema çıkışı sıkıntılı olur dedi içinden. Necla sonunda dayanamadı “İlhan bir yerde dinlenelim biraz, benim başım dönmeye başladı. İyi hissetmiyorum kendimi” dedi. İlhan’ı anlatan tek kelime çaresizlikti, bu kalabalıkta durmaları sıkıntı yaratırdı. Bir ara duymazlıktan geldiyse de “nerede kalacağız, kimde kalacağız?” sorularının o derin dehlizi içinde tam kaybolacakken, birden “buldum” dedi. “Necla’m ha gayret, nerede kalacağımızı buldum.” Necla “Nerede?” dedi, şaşkın bir ifadeyle. İlhan “Seher Ablada, bizim Ebe Seher’de. Onda kalabiliriz birkaç gün. Bugün günlerden Salı yarın Çarşamba. Ebe Seher köye kontrole gider her Çarşamba, bizimkilere de haber götürür.” Necla “Kabul eder mi Seher Abla? Bizim durumu biliyorsun.” İlhan emin bir ifadeyle “Kabul eder, sever beni. Hoş, çocukken bağırta bağırta az iğne yapmadı bana. Onun yüzünden iğneden korkuyorum ya zaten” dedi, gülüşmeye başladılar.


Ebe Seher o gün köy denetimlerinden yeni gelmişti evine, yorulmuştu. Candan bir insandı ebe Seher; uzun boylu, alımlı bir kadındı. Kocasını erken yaşta kaybetmişti, hayatın telaşı içinde yaşayıp gidiyordu. Adana ilçe ve köylerinde doğan çocukların çoğu elinden geçmiştir. Neredeyse Adana’nın tüm ilçe ve köylerinde ağırlığı olan bir insandı. Bakan gelmiş gibi karşılanırdı köylerde. Köylüler ürünleri topladığı zaman Ebe Seher’i unutmaz, bir pay da ona ayırırlardı. Adana’da mevsiminde hangi mahsul çıkmışsa mutlaka Ebe Seher’in evinde olurdu. Çoğunu zaten yemez konu komşuya dağıtırdı. Sebze meyveye para vermezdi. Ebe Seher üstünü bile değişememişti. Koltukta, uyumakla uyumamak arasındaydı. Gözleri tatlı tatlı kapanıyordu. Derken kapı çalındı. Kendini topladı, “hayırdır, bu saatte kim ola” diye içinden geçirip, kapının önünde “kim o?” diye seslendi. İlhan ‘Seher Abla, ben İlhan. Aç kapıyı, Başören köyünden...” diye cevap verdi. Ebe Seher “ulan İlhan bu saatte hayır olsun!” diyerek kapıyı açtı. Necla ile İlhan’ı birlikte görünce şaşırdı. “Çocuklar hayırdır?” diyebildi. İlhan “Abla girebilir miyiz?” dedi. Ebe Seher, bir an mahcup bir edayla “Buyrun buyrun geçin bakalım” dedi. Önce Necla girdi, ardından İlhan. Ebe Seher yine muzip bir edayla “Ne yaptınız bakalım yine, Leyla ile Mecnun” diye takıldı genç çifte. “Oturun bakalım oturun, çıkartın üstünüzü dinlenin siz. Ben bir mutfağa geçeyim, yemek yiyelim konuşuruz sonra” Necla üstünü çıkardıktan sonra hemen yerinden kalktı, Ebe Seher’e yardım için mutfağa gitti. İlhan oturma odasında kaldı. Hemen oturduğu yerden kalktı, pencereden dışarıya baktı. İçinden “sağlam” dedi. Geri oturdu yerine, çevresine bakınıyordu. Oturma odasında Ankara Mobilya takımı, yemek masası, kitaplık, duvarda eşi ile düğün fotoğrafı, bir de Grundig televizyon vardı. İlhan içinden “mütevazı bir ev” dedi. En çok hoşuna giden televizyon olmasıydı, belki haberleri de izlerlerdi. Memlekette ne oluyor-ne bitiyor? Ardından belki güzel bir film olur. Hele de Kadir İnanır ile Türkan Şoray’ın filmi çıkarsa şansına, oh mis, hayat buydu. Ebe Seher mutfakta yemek hazırlığı yaparken, bir yandan Necla ile konuşuyor, diğer yandan da Necla’nın solgun yüzüne bakıyordu. Kadın hastalıkları ile alakalı birkaç soru sordu. Ebe Seher içinden “bu kız yüklü” dedi, gülümsedi. Elinde büyümüştü Necla ile İlhan… Uzak köylere aşıya gittiğinde, iş uzadığında genelde Ebe Seher Neclalarda kalırdı. Çok severdi Ebe Seher Necla’nın babası Osman Beyi ve annesi Ayşe kadını. Ebe Seher bir sıkıntının olduğunu anlamıştı ve “sorun kesin İlhan’dır” diyordu içinden; ama havayı dağıtmak için eskilerden konuşuyorlardı. Necla’nın morali düzelsin diye komik anıları yâd ediyorlardı. Necla günlerdir ilk defa tebessüm ediyordu. O gece masada hep eskilerden konuşuldu. İlhan’ın iğne olmamak için dut ağacına tırmandığı günler, Ebe Seher’in meslek hayatında yaşadığı komik anılar. İlhan kısa bir süre olsa da o gece mutlu olmuştu. Kendinden çok Necla için mutlu oluyordu, günler sonra Necla tebessüm ediyordu. Bu da ona yetiyordu yetmesine ama televizyondaki haber…




Comentarios


bottom of page