Kıymetli okurlar, Siyasi, ekonomik, sosyolojik, kültürel, tarihi ve edebi tekâmüller ile mefhumlardan yararlanarak ülkemizi ilgilendiren konularda fikirlerimi SEZİyorum’da kaleme alacağım. Sabırla yazılarımı okumanızı temenni ederim. Bu yazımda sıkça kullanılan kutuplaşma kavramını ele alacağım. Kutuplaşma (Polarization), bireylerin ya da grupların uçlara yönelmeleridir.
Kutuplaşma kavramı, tarif edilirken çatışma kuramı dikkate alınmalıdır. Bu kuram, konsensüs önerenler bir kenara bırakıldığında pek çok teorinin içinde öyle ya da böyle geçmektedir. Dolayısıyla çatışma kuramı, temel açıklamalardan bir tanesidir. Kutuplaşmanın potansiyel çatışma hali çatışma kuramını önemli bir yere taşımaktadır.
Martin Slattery’e göre bu kuram, sosyal olayların temeline konsensüsü koyan kuramın karşıtı konumundadır. Bu kuram çatışmayı dönüşümün odağına koymaktadır. Kuramın savunucuları, siyasi çatışmaya değinen Max Weber’den ve ekonomik çatışmaya vurgu yapan Karl Marx’tan yararlanmaktadır.
Marx’a göre çatışma, maddi kuvveti ya da üretim gücünü elinde bulunduranların toplumun bir veya önemli bölümüne her alanda tahakküm etme girişimlerinin ürünüdür.
Marx’ın ekonomik temelli çıkarımlarını tenkit eden Max Weber, kutuplaşmanın tek başına varlıklılar ve varlıksızların karşı karşıya gelmeleriyle vücut bulan çatışma olmadığını belirtmiştir. Bu konuda güç (power), varlık (wealth) ve itibar (prestige) gibi daha çok faktörün rol oynadığını ifade etmektedir.
Türkiye’ye geldiğimizde pek çok kutuplaşma alanının olduğu görülmektedir. Bunlardan biri siyasi kutuplaşmadır. Nitekim Osmanlı modernleşmesinin son dönemi olan 19’uncu asrın ikinci yarısından itibaren başlayarak Türkiye’de merkezde ordu-aydın-bürokrasi bloğu yer almıştır. Bu bloğun karşısında halk-taşra burjuvazisi konumlanarak çevreyi oluşturmuştur.
Hızla devam eden merkez-çevre mücadelesi evrelere bölünmektedir. Reformcular-statükocular ya da hürriyetçiler-mutlakiyetçiler temel ayrımına daha yakın dönemde dindar-laik karşıtlığının eklendiği müşahede edilmektedir. Bu karşıtlığın şu anda en temel sosyal problem alanlarından biri olduğu muhakkaktır.
Kemal Karpat’a göre dindar muhafazakâr-yenilikçi laikçi mücadelesi Türkiye’de dönüşümü belirleyen faktörlerden biridir. Ergun Özbudun’a göre ise merkezin devamlı modernleşme yanlılarının elinde olması, çevreye dinsel yönü de olan bir görüş birliği getirmektedir. Elit gruplar da kendi iktidar mücadeleleri içerisinde bu çevre muhalefetten faydalanmaya çalışmaktadır. Bu belirlemeler, merkez-çevre ayrımına ve güç mücadelesine işaret etmektedir. 1990’larda dindar-muhafazakâr yapılanmaların merkez-çevre ayrımından ya da kutuplaşmadan yararlanarak siyasi ve sosyal alanda güçlenmeleriyle ilgili ipuçları da vermektedir. Kuşku yok ki dindar-muhafazakâr yapılanmaların güçlenmeleri, Türkiye’de yöneten-yönetilen çerçevesinde devam eden merkez-çevre ayrımında laik-dindar, modern-gelenekçi odaklarında önemli bir kırılmaya ve kutuplaşmaya neden olmuştur.
Buraya kadar anlatılanlardan yola çıktığımızda anlıyoruz ki 28 Şubat döneminde dindar-muhafazakâr yapılanmaların siyasi ve sosyal hayatta önemli rol oynamaları laik elitleri tedirgin etti. Elitler, ellerinden iktidarın kayıp gideceğinden korktu. Bu iktidar, onlar için hem ülkeyi yönetme hem ekonomiye ya da paraya yön verme hem de kültürel hayatı belirleme anlamı taşıyordu. Dindar-muhafazakâr yapılanmaları temsil eden Refah Partisi’nin Necmettin Erbakan idaresinde 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara’yı alması, 1995 genel seçimlerinin ardından da iktidar olması laik elitleri ürküttü. Laik elitler, RP’ye ve dindar-muhafazakâr yapılanmalara karşı hamlelerde bulundu. Bunlar, hem orduyu hem yargıyı hem de medyayı kullanarak kuvvetlerini tahkim ederken bir yandan RP’yi diğer yandan dindar-muhafazakâr yapılanmaları siyasi ve sosyal alanın dışına itti.
Laik elitlerin yönetimi elde etmelerinin ardından peş peşe hatalar yapmaları ve ülkeyi bunalımlarla karşı karşıya bırakmaları dindar-muhafazakâr yapılanmaları tekrar iktidara taşıdı. Kutuplaşmanın dorukta olduğu 28 Şubat’ta alaşağı edilen RP’nin boşluğunu Recep Tayyip Erdoğan’ın hayat verdiği AK Parti doldurdu. AK Parti, tek başına iktidar olunca merkez-çevre mücadelesi kızıştı. Hayat stillerine, giyim kuşamlarına karışıldığını iddia eden laik elitler vaveyla koparmaya başladı. 28 Şubat döneminde kendileri gibi olmayanların hayat stillerine karışıp kılık kıyafet konusunda mütedeyyinlere baskı yapan (türban sorunu) bu elitler, toplumu yanlarına çekemedi. Gerek 2002, 2004, 2007, 2009, 2011, 2014, 2015, 2018, 2019, 2023 seçimlerinde gerek 2007, 2010, 2017 referandumlarında bu net şekilde anlaşıldı. Akim kalan 367 olayı ve 27 Nisan muhtırasıyla da anlaşıldı anlaşılmasına ancak merkez-çevre mücadelesi daha geniş alana yayıldı. Bu mücadele ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta daha belirgin hale geldi. Merkez-çevre ayrımı TV’ye taşındı. Yapımlarda dindar-seküler, kapalı-açık, muhafazakâr-modern ayrımı ele alınmaya başladı. Toplumun önemli bir bölümü gibi felsefeciler ve sanatçılar da bu ayrımı tartışmaya koyuldu.
Esasında Osmanlı döneminde başlayan ve Türkiye’nin vücut bulmasıyla devam eden; ülkeyi 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerine götüren merkez-çevre mücadelesinin ne yönde ve ne şekilde ilerleyeceğine tanık olacağız.
Umarız bu mücadele bir noktada durur, hakiki manada aristokrasinin ve burjuvazinin bulunmadığı ülkemizde toplumun tamamı sosyal ve siyasal alanda kendine yer bulur. Kimse kimseyi ötekileştirmez, dışlamaz. Bu konuda siyasetçilere de, aydınlara da, eğitimcilere de, felsefecilere de, mütefekkirlere de, gazetecilere de, sanatçılara da önemli görevler düştüğü bilinmeli. Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.
コメント