top of page

Sinan Ateş’e dair...

Güncelleme tarihi: 7 Ağu 2023

30 Aralık 2022 Cuma günü öğleden sonra hani derler ya “telefon acı acı çaldı”. İşte tam da öyle bir histi. Telefonu açtığımda duyduğum ilk sözler “Sinan reisi vurmuşlar, bir bilgin var mı?” oldu. Teyit için arayacağım kişi belliydi ama bir türlü arayamadım. Ya yanlışsa böyle bir haber verilir miydi ki? Twitter’da gündeme düşer diye düşünerek arama yaptım. Sadece RUDAW tarafından 14:53’te “Saldırıda Sinan Ateş başına isabet eden kurşunla ağır yaralanırken Selman Bozkurt da omzundan yara aldı” yazıyordu. Çok ilginç ki Türkiye’nin en büyük gençlik yapılanması olan Ülkü Ocaklarının bir önceki Genel Başkanı Ankara’nın göbeğinde silahlı saldırıya uğruyor ancak hiç kimse klavyeye dokunup da bir kelam edemiyordu. Biz ise ancak Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin resmi yayın organından öğrenebiliyorduk suikast girişimini.

30 Aralık Cuma günü yaşananlar hepimizi Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanının içindeki yan karakterlere dönüştürmüştü. Zira romanda Márquez, kasabadaki herkesin daha işlenmeden bildiği bir cinayeti anlatıyordu. O gün Ankara’da yaşananlar, romanın yan karakterleri olarak zaten hepimizin öncesinden bildiği bir cinayetti. Daha ilk kurşun atılırken asıl faillerin kim olduğu da biliniyordu. Sessizliğin nedeni de oydu, cinayet sonrasında hastaneye taziye için on binlerin akması gerekirken bir avuç insandan başka hiç kimsenin gelmemesinin nedeni de. Öyle bir korku sinmişti ki bir başsağlığı mesajı bile yayınlamaya korkuyordu insanlar.


Sadece insanlar değil ki kurumlar da öyleydi. Öğretim üyesi olarak görev yaptığı Hacettepe Üniversitesi katledilen hocalarına dair tek bir taziye mesajı bile yayımlayamazken, Üniversite Rektörü gelen tepkiler üzerine ölüm haberinin üzerinden 12 saat geçtikten sonra gece saat 01:37’de taziye yayımlamak zorunda kalıyordu. Bir de üyesi olduğu Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen var ki onlar ise sadece gökyüzünde uçan kuşları seyretmeye devam ettiler.

 

Sinan Ateş,’i Ankara’ya ilk geldiğinde(2002) ismini anmayı bugün “zul” gördüğüm (makam için sessiz kaldığından) birinin yanında görmüştüm ilk kez. Bursa Ocak’tan yetişen heyecanlı, atak, idealist “Gazi”li ülkücü bir gençti. Ancak Ateş’in Gazi Üniversitesinde öğrenciliğine başladığı dönem özellikle Gazi Eğitim Fakültesindeki en sancılı süreçti Ülkücü hareket için. 2002 Nisan ayında Gazi Eğitim Fakültesi başta olmak üzere Beşevler ana kampüsteki binlerce Ülkücü öğrenci toplu şekilde Büyük Birlik Partisi’ne/Alperen Ocaklarına katılımda bulunmuş ancak hemen peşinden bu katılıma sert bir müdahale gelmiş ve Ülkücünün, Ülkücüye kırdırıldığı nahoş hadiseler yaşanmıştı. Gazi teşkilatlarına yapılan kanlı baskın sonrası Ülkücü öğrencilerin MHP ve Ülkü Ocaklarına karşı yaşadığı kırgınlık Ülkü Ocaklarının özellikle Gazi Eğitim Fakültesinde yeniden teşkilatlanmasına ağır bir sekte vurmuştu.


2002 yılında Ülkü Ocaklarının Gazi Üniversitesindeki özellikle de Eğitim Fakültesindeki yapılanmasının neredeyse esamesi okunmaz hale gelmişken Bursa Ülkü Ocaklarından yetişen genç bir delikanlı olarak, Eylül 2002’de Sosyal Bilgiler Öğretmenliğini kazanarak Gazi Eğitim Fakültesinde öğrenim hayatına başlayan Sinan Ateş, kısa zamanda Fakültede yeniden Ülkü Ocaklarının teşkilatlanmasının güçlenmesini sağladı.

 

Ülkücü hareketin teşkilat yapılanmasında uzunca bir süredir bir virüs gibi yayılmaya başlayan kültürel yozlaşma ve şiddet eğilimi “ve tarih ölümü göze almış bir Ülkücüden daha mükemmel bir silah keşfedilemeyeceğini yazacaktır” gibi söylemlerle yüceltilmeye çalışılırken aksine okumaya ve yazmaya tutkuyla bağlı olan aynı zamanda teşkilatçılık disiplininden de ödün vermeden sevdasının peşinde yılmadan koşan o genç yıllar sonra gönül verdiği harekette Genel Başkanlığa gelince umutlanmıştım doğrusu. Hele ki Genel Sekreter olarak Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) teşkilatı eski başkanı Ömer Çağrı Özdemir’i seçmiş olması Ülkü Ocaklarında bir çok şeyin doğru yönde değişeceğini gösteriyordu. Ama bu iş öyle sanıldığı üzere mücadele ile olacak gibi değildi. Ne zaman Ülkücü camiada bir diriliş mücadelesi başlasa anında “bir yerlerden” müdahale gelirdi.


1996 yazında Hürriyet gazetesi peşi sıra “Ülkücü Mafya” başlıkları atmaya başlayınca Trabzon Ülkü Ocakları Trabzon meydanındaki Atatürk anıtının önünde “Ülkücüden mafya, mafyadan Ülkücü olmaz” şiarıyla basın açıklaması yapmış ve ilginç bir şekilde daha önce Ülkücülere neredeyse hiç sert müdahalede bulunmayan Emniyet kuvvetleri, basın açıklamasının ardından Ülkü Ocağına doğru yürüyüşe geçen gruba cop ve telsizlerle (telsizler, coptan daha tesirli maalesef) müdahalede bulunmuştu. Yine “birileri” Ülkücülerin “mafya” lekesinden kurtulmak istemesine karşı “balans ayarı” yaptırıyordu. (28 Şubat sürecini hatırlayanlar bu “balans ayarlarına” aşinadır)


Sinan Ateş de Ülkü Ocakları Genel Başkanlığına atanınca Ülkücü harekete yapıştırılan “Ülkücü mafya” lekesini temizlemeye girişmiş, Ocaklıların düşünen/üreten kimliği yeniden ön plana çıkmaya başlamıştı ki “balans ayarı” elbette gecikmedi.


Ateş, Genel Başkanlıktan alındıktan sonra istese İyi Parti’de ya da herhangi başka muhalif partide kendine kolaylıkla yer ve makam bulup, milletvekili olarak hayatını garanti altına alabilecekken o her şeye rağmen lideri Devlet Bahçeli’ye ve çocukluk sevdası MHP’ye bağlılığından ödün vermedi. Ancak “balans ayarı” yapanlar, Ateş’i hareketten uzaklaştırmayı başaramayınca dozu arttırmaya karar verdiler ve 30 Aralık 2022 Cuma günü son bulan karanlık bir süreç başladı.

 

Cinayetin hem Ülkücü harekette hem de Türk toplumunun tüm kesimlerinde uyandırdığı infiali bastırmak için merhum Sinan Ateş’in şehadetinin ardından dezenformasyon yaymaya çalışan “birileri” “troll” hesaplar üzerinden önce Ateş’in Üniversiteye ilk başladığında FETÖ’cü olduğunu sonra teşkilata kripto olarak yerleştirildiği iftirası ile tepkiyi bastırmaya çalıştılar. Ancak unuttukları bir şey vardı ki Sinan Ateş Gazi Üniversitesine başladığında Eğitim Fakültesi teşkilatı bitik durumdaydı, üstüne üstlük daha Üniversite öğrenciliğinin ikinci ayında yapılan genel seçimler sonucunda MHP sadece hükumetten düşmekle kalmamış, aynı zamanda meclis dışı da kalmıştı. Bazıları nedense unutmaya ve unutturmaya çok meyilli ama biz unutmuyoruz. Tam da o dönemler FETÖ’cülerin ve FETÖ yandaşlığının en çok prim yaptığı, Ülkücü olanlara ise tüm kapıların kapandığı dönemdi. Ama bu cahil troller tarihleri de karıştırdıkları için Ateş’e yazmış oldukları senaryoda, onu FETÖ’nün en çok saldırı ve karalama yaptığı MHP’ye kripto olarak soktuklarını iddia edecek kadar da cahillerdi.


Tabi cahil deyince biraz daha açmak lazım. Bu arkadaşlardaki cehalet öyle bir boyuta varmıştı ki; ilk senaryolarının tutmadığını görünce bu kez Sinan Ateş’in doktora tezinin FETÖ propagandası olduğunu iddia ettiler. Anlaşılan o ki bu arkadaşlar söz konusu tezi de okumamışlar, kendilerine “üflenen” bilgiyi teyit etmeden servis etmişlerdi. Malumunuz tüm tezler YÖK Tez Merkezinde herkese açık olarak yayınlanıyor. Arama ekranına “Sinan Ateş” yazınca tezin dijital kopyasını indirip okuyabiliyorsunuz. İşte bu troll arkadaşlar tezi okuma zahmetine de katlanmamışlar ki “Cumhuriyet Döneminde Din Politikası ve Din-Siyaset İlişkisi (1946-1960)” adlı doktora tezinde Sinan Ateş’in çok partili dönemde ülkemizde siyasete etki etmeye çalışan özellikle de Demokrat Parti’de güç mücadelesi içine giren 3 cemaati (Süleymancılık, Nurculuk ve Ticanilik) işlediğini görebilirlerdi. Tabi bu çok zeki “troll” arkadaşları “üfleyen” kim ise anlaşılan o ki “nasıl olsa kimse merak edip de bir doktora tezi okuma zahmetine girişmez” zannetmişti. Ama ne kadar yok etmeye çalışsalar da Ülkücü harekette okuyan/araştıran on binler vardı. Son senaryoları da tutmadı. İsimsiz “troll”lerce suyu bulandırmak ve Ülkücü harekette yaşanan tepkiyi dindirmek için girişilen bu nafile çabalar ancak kibrit ateşi kadar uzun sürebildi.


Ama asıl acı yanı ise Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı merhum Ali Metin Tokdemir’in “ahde vefasızlık imansızlıktır” sözlerine karşın aslında aynı yolda yürüyen, aynı davaya inanan Ülkücü hareketin yarısının yaşananları “görmemezlik”ten gelmeye çalışması, diğer yarısında artan kırgınlık ile yol ayrımına doğru keskin bir şekilde ilerlemeye başladı.

 

Bugün Sinan Ateş’in şehadetinin üzerinden tam 7 ay geçti fakat hala ortada bir iddianame yok, mahkeme süreci başlayamıyor. Vicdanları bu kadar yaralayan bu hadisede artık adalet mekanizmasının hiç kimse için bile olmasa en azından Ateş’in yetim kalan kızları Bengisu ve Banuçiçek için gerçekleri bir an önce kamuoyunun bilgisine sunması gerekiyor.

 

Peki bu yazıyı neden yazdım? Rahmetli Sinan Ateş ile bakış açılarımız farklıydı, hatta yakın çevremde olanların bir kısmı ile de ciddi anlaşmazlıkları vardı. Lakin merhum ile en sert tartışmaların içine girenler dahi cinayet haberini almalarının ardından katillere lanet okuyorlardı. Kendisi ile tanışıklığım her ne kadar şehadetinin ardından tek kelime dahi etmeye korkanların aksine çok daha az olsa da bu yazıyı kaleme almak Ülkücü harekette unutulan “Ülküdaşlık hukuku” gereğince bir ahde vefa yazısıdır. Bir daha karanlık cinayetlerin işlenmediği bir ülke temennisiyle, selametle kalın.


Comments


bottom of page